Nükleer enerji, II. Dünya Savaşı sırasında ve bu alanda ilk olma yarışı sonucunda ortaya çıktı. İki küçük çekirdeğin birleştirilmesi anlamına gelen füzyon ya da büyük bir çekirdeğin parçalanmasıyla, yani fisyonla elde edilebiliyor. Kendiliğinden yer aldığı için müdahaleye imkan tanımayan üçüncü şekli, yapısı kararsız olan ‘radyoaktif çekirdeklerin, daha kararlı yapılara dönüşmeleri sırasında açığa çıkan ‘bozunma ısısı.’ Halen ticari olarak enerji üreten nükleer santrallerin işleyişi, 1950’li yıllarda kontrol altına alınan fisyona dayalı. Yakıtları, seramik formdaki uranyum. Parçalanma sonucu ortaya çıkan ürünler, enerjilerini içinde bulundukları ortama aktarıp, yakıt ısıtır. Yakıt, normal ya da hafif suyla olduğu gibi, gazla da soğutulabilir. 1000 MW’lık bir ‘basınçlı su’ reaktörünün yakıtının bulunduğu ve enerjinin üretildiği kalbi, sadece birkaç metreküplük bir hacim kaplar.
Doğal uranyumun %1’den azı, parçalanabilir izotopundan oluştur. Kalan kısmı reaktörde plütonyuma dönüşür. Bu plutonyum parçalanabilir ve daha sonra ayrıştırıldığı takdirde, enerji kaynağı olarak kullanılabilir. Bu durumda, uranyumun her gramı, 2.5 ton kömür eşdeğeri enerji içerir. Dünyada halen çalışan 400’den fazla santral var. Kimyasal tepkimelere dayanmadıkları için, baca gazı salmazlar. Ancak, çekirdek tepkimelerine dayandıkları için, radyoaktif izotop biriktirirler. Yani bacalarından salmadıkları, kalplerinde saklıdır.
Nükleer reaktörlerde, görece çok küçük bir kalp hacmi içinde çok büyük miktarlarda enerji üretildiği için, soğutma büyük önem taşır. Öte yandan, radyoaktif çekirdekler reaktör kapandıktan sonra bile enerji üretmeye devam ettiklerinden, kapatma işleminden sonra soğutmanın bir süre daha devam ettirilmesi gerekir. Aksi halde kalp eriyebilir. 1979 ve 1986 yıllarında yer alan Three Mile Island ve Chernobyl kazalarında olduğu gibi. Ve kalpte saklı tutulanlar çevreye saçıla- bilir. İkinci kazada olduğu gibi.
Bu kazalardan sonra, sistem bütünlüğü ve radyolojik güvenlik konuları daha da büyük önem kazandı. Küçük ve modüler yeni santral tipleri geliştiriliyor. Kalbinin erimesi mümkün olmayan ve bu özelliği nedeniyle acil durum soğutmasına gereksinim duymayan, gaz soğutmalı sistemler piyasaya çıkmak üzere. MİT ile Idaho’daki ulusal laboratuarların üzerinde çalıştığı benzer bir tasarım, hidrojen üretimi ya da tuzlu suyun saflaştırılması gibi süreçlerde kullanılmak üzere yüksek ısı üretimini hedefliyor. Bu alanda yaşanan gelişmeler, çeşitli mühendislik dallarını bir araya getirdiği gibi, her birine katkılarda bulunuyor. Reaktör kalbi ve zırhlama tasarımları yeni matematiksel yöntemlere, ölçüm ve yakıt elemanı üretim tekniklerine, metalürji alanında yeniliklere yol açıyor. Güvenli enerji dönüşüm sistemlerinin tasarımı, akışkanlar dinamiği ve termohidrolik ölçüm sistemleriyle ilgili programların geliştirilmesini sağlıyor. Süreç kontrolü yeni aletlerin yapımını zorunlu kılıyor.
Aslında 40 yıllık deneyimin kayıtları, nicel olarak bakıldıklarında, ticari nükleer santrallerin kazalar ve uzun vadeli riskler, çevre ve sağlık etkileri açılarından, fosil yakıtlı santrallere oranla çok daha güvenli olduklarını gösteriyor. Ancak, bir de atık yakıt sorunu, yani kullanılmış yakıtlarda biriken radyoaktivite stoku meselesi var. Güvenli bir depolama için jeolojik ölçekte çalışmak gerekiyor ve tüm radyoaktif atakların, camlaştırıldıktan sonra, depremlerden muaf yeraltı galerilerinde saklanması düşünülüyor. Bu amaçla, söz konusu atıklardaki aktif çekirdeklerin, çeşitli ortamlardaki fiziksel ve kimyasal davranışlarıyla, difüzyon hızları inceleniyor, ya da bu çekirdeklerin, örneğin proton hızlandırıcılarında enerji kaynağı olarak kullanılıp yok edilmeleri gibi, farklı yaklaşımlarla yok edilmeleri üzerinde çalışılıyor.
Nükleer yakıt yönetimi için halen geliştirilmiş bulunan projeler güven verici görünüyor. Nitekim, Fransa ve İngiltere harcanmış yakıtlarını, halen işliyor. Böylelikle, harcanmış yakıttaki plütonyumun, hem enerji kaynağı olarak kullanılması, hem de daha kısa yanlanma ömürlü çekirdeklere dönüştürülmesi hedefleniyor. Japonya ise, reaktörlerinde plutonyum ve uranyum okit karışımlarını (M0X) kullanmaya başladı. Kullanım oranını 2007 yılında %100’e çıkartmayı planlıyor.
Hidrojen ve döteryum gibi hafif çekirdeklerin birleştirilmesine dayalı ‘termonükleer füzyonsa, 1950’lerden beri bu alanda yapılan araştırmalara milyarlarca dolar harcanmış olmasına karşın, henüz kontrol altına alınamadı. Manyetik sınırlama yöntemleri alanında değişik plazma geometrileri ya da ataletle sınırlama gibi alternatif yöntemler üzerinde çalışmalar sürüyor. Öte yandan, fisyonla füzyonun birlikte çalıştığı almaşık (‘hibrid’) tasarımlar da var. Ekonomikliğin başarıla- bilmesi halinde, görece çok daha temiz ve neredeyse sınırsız bir enerji kaynağına kavuşulmuş olacak.
Dünya enerji kaynaklan üzerindeki rekabet yoğunlaşır ve küresel ısınma tartışmaları giderek artan bir ciddiyet kazanırken, bütün bunlar yapılmak zorunda. Yarına hazırlıklı olmak için. Geçmişte olduğu, tüm mühendislik bilimlerinin katkısıyla olunabildiği gibi…